GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | “İş-Aş”: Düzeninizi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız!

"Kendi özgücüne güvenen ve kitlelerin örgütlendiğinde ve harekete geçtiklerinde neler başarabileceğinin bilincinde olan bir anlayış sürece yanıt olabilir"

Son bir haftada kamuoyunun gündeminde yer alanlar, çarpıcı bir Türkiye gerçekliğini ortaya koyuyor.

Bu gerçeklik, içinde yer aldığımız ve değiştirme iddiasında bulunduğumuz toplumsal formasyonun durumuna ilişkin önemli veriler sunuyor. Türkiye devrimine soyunanların göz ardı edemeyeceği bu olgu aynı zamanda devrimcilerin çok boyutlu görevlerine de işaret ediyor.

Türkiye toplumunun içinde bulunduğu durum ve yaşanan çelişkilerin çözümü elbette son tahlilde sınıf mücadelesi ve bir devrim sorunudur. Ancak meseleye sadece bu şekilde yaklaşmak kaba bir indirgemecilik tehlikesini de içinde barındırır. Bu ise devrimcilerin anın devrimci görevlerini ıskalamasına neden olur.

Örneğin son bir hafta içinde Türkiye toplumu kadın sorunundan insan haklarına, ırkçılığa, koronavirüs salgınından açlık ve yoksulluğa, işçi direnişlerinden yolsuzluk ve israfa dair bir dizi gelişmeyi tartışmış durumdadır.

Bütün bu sorunlara dair bir yaklaşımı olmayan, çözüme dair devrimci bir program ileriye sürmeyen dahası bu program hedefiyle pratik bir mücadele içerisinde olmayan bir anlayışın kitlelerin içinde bulunduğu durumu anlaması ve onların taleplerine devrimci temelde yanıt olması beklenemez.

Kısaca yaşananları özetlemek bile nasıl bir toplumsal gerçeklik içinde olduğumuzu gösterir. 10 yaşındaki çocuğun velayetinin kendisini istismar eden erkeğe verilmesine, Gerçüş’te bir çocuğun aralarında kamu görevlilerinin de olduğu 27 erkeğin cinsel saldırısına uğramasına, hemen her günü ırkçı saldırıyla geçen bir ülkede, bir futbolcunun ırkçı saldırıya uğraması karşısında, başta MHP gibi ırkçı faşist partilerin kınama mesajları yayınladığı bir coğrafyadayız.

Samsun’da 45 yaşındaki vatandaşın eline “iş, aş” yazıp korkuluklara kendini asıp intihar ettiği bir düzende aynı gün AKP’nin ihale rekortmeni patronu Mehmet Cengiz’in 47 milyon dolara iş jeti alacağı haberleri basında yer almaktadır. Mobilya işçisi Metin Irmak’ın “iş-aş” deyip intihar ettiği kısa bir zaman aralığının içinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Zümrüt Selçuk “Yoksulluk Türkiye için sorun olmaktan kalktı” diyebilmektedir.

Daha dün emperyalist mali sermayeye alan açmak ve patronları desteklemek için “hukukta reform” diyen Tayyip Erdoğan doğrudan yargıya talimat vermekten çekinmemektedir. Örneğin bir kez daha “Demirtaş gibi bir teröristin, varsa, hakkını koruyacak değiliz. İnanıyorum ki yargımız böyle bir imkan tanımaz” diyebilmektedir.

Ya da iktidarın diğer ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli, HDP’nin kapatılması çağrısı yapabilmektedir. Adli bir çete lideri meclis kürsüsünde övülmekte devrimci önderlerden Mahir Çayan ise “terörist”likle suçlanabilmektedir. Bu yaklaşım bile TC devletinin “hukuk reform”undan anladığının halka saldırı, patronlara ve emperyalistlere hizmet olarak tanımlandığını göstermektedir.

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ne dair açıklama yapan Tayyip Erdoğan “insan haklarında büyük ilerleme” kaydettiklerini hiç yüzü kızarmadan ileriye sürebilmektedir. Tarihi katliam, işkence, baskı, gözaltı ve hak gaspları ile dolu olan ve gelinen aşamada son hızıyla sürdürülen faşist uygulamalar övülebilmektedir.

Memleketin hali ahvalini en iyi özetleyen hususlardan biri de bir yandan “ırkçılık karşıtı” kampanya yürütürken diğer yandan soykırım suçlusu İsmail Enver’in övülmesinde görülmektedir. Daha önceden katıldığı bir TV programında; “Benim için bir ara neler dediler. Gürcü dediler. Affedersin daha çirkinini söylediler, Ermeni dediler” ifadelerini kullanan Tayyip Erdoğan Bakü’de yaptığı konuşmada Ermeni Soykırımı planlayıcılarından olan İsmail Enver’i anmakta ve “Enver Paşa’nın ruhu şad olsun” diyebilmektedir.

Hakim sınıfların ve onların sözcülerinin müthiş bir iki yüzlülüğü, kapsamlı bir riyakarlığı söz konusudur. Dahası bu kara propaganda toplumun bütün sınıf ve tabakalarını doğrudan etkilemekte ve zehirlemektedir. Öyle bir tablo ile karşı karşıya kalmaktayız ki; örneğin ırkçılığın lanetlenmesi bahsinde bile ırkçılık yapılmakta, Kürt ulusu bir kez daha milli zulme maruz bırakılmaktadır.

“Yerli ve Milli”lik Emperyalizmin Hizmetinde

AKP-MHP iktidarının en çok kullandığı sloganlardan birinin “yerli ve milli”lik olduğu koşullarda bir kez daha ABD ve AB emperyalizmine yaranmanın, olası yaptırımları hafifletmenin adımları atılmaktadır. ABD ve AB emperyalizmi tarafından dillendirilen yaptırım kararları TC’yi adım atmaya zorlamaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki; ABD ve AB emperyalizminin “yaptırım karar”ları öyle sanıldığı gibi kapsamlı olmayacaktır.

ABD emperyalizmi açısından başta NATO olmak üzere Türkiye’nin kullanışlı bir aparat olarak görüldüğü bilinmektedir. Bu durumda yaptırım meselesinin, hizaya çekmek ve kendine daha fazla muhtaç hale getirmekten öteye geçmeyeceği açıktır. Benzer biçimde AB emperyalistleri ile TC arasında ilişki mülteci kartı, pazarı kaybetmemek, daha fazla Rusya’ya yakınlaşmasını engellemek üzerinden şekillenecektir. Nitekim Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nden Türkiye’ye yönelik geniş ekonomik yaptırımlar çıkmadı. Yaptırım uygulanması kararı, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarında da adı geçen şirket ve kişilerle sınırlandırılmış durumdadır.

TC devletinin emperyalistlerle ilişkiler konusunda pragmatist ve gelişen duruma ayak uydurmada son derece kabiliyetli olduğunu ifade etmek gerekir. Örneğin ABD seçimlerini Demokrat Parti’nin adayı kazanınca “yerli ve milli” olan iktidar duruma ilişkin yeni pozisyon almakta gecikmedi. Ukrayna ile geliştirilen ilişki, ABD emperyalizminin Rusya’yı çevrelemesine hizmet eder ve TC devletinin kullanışlı bir aparat olduğunu gösterirken, benzer biçimde Libya’da izlenen politika ABD emperyalizminin Rusya karşısında çıkarlarını gözetmeye evrilmektedir. TC devletinin sözcüleri gerektiğinde (ABD emperyalizmi istediğinde) Rusya’dan alınan S-400’lerin ambarlarda çürütülmesine yeşil ışık yakmaktadır.

TC devletinin önümüzdeki süreçte hamlesi “Şii İran tehditi”ne karşı, “Sünni barikat” olarak kendilerinin konumlandırılması, NATO’nun bir üyesi olarak son derece kullanışlı bir “müttefik” olduğunun hatırlanması olacaktır. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın Bakü’de okuduğu bir şiir (evet yine bir şiir) İran’ın tepkisine neden olmuş durumdadır.

Yine AB ile Doğu Akdeniz’de Yunanistan aracılığıyla girişilen “Mavi Vatan” soslu dalaş, yerini “diplomatik çabalara” bırakmakta, TC’nin yerinin “Avrupa olduğu” açıklanmaktadır.

TC’nin bütün bu hamleleri elbette iktidar sahiplerinin çıkarlarını gözetmeye, emperyalistlerle olan sömürü ilişkisini daha da sıkılaştırmaya hizmet etmektedir. Ancak izlenen politikaların karşılığı yarı sömürge ülke ekonomisine, örneğin dövizde dalgalanma olarak yansımakta, TL’nin değeri düşmektedir. Bu durum da işçi sınıfı ve emekçi halkın daha da yoksullaşmasına, işsizliğin ve pahalılığın artmasına neden olmaktadır. Kısacası mevcut iktidarın dışta izlediği her politika beraberinde işçi sınıfı ve emekçi halka fatura edilmektedir.

Salgın Koşullarında Devrimci Faaliyeti Örgütlemek

Türkiye’de tüm bu gündemler yaşanırken virüs salgını da tüm hızıyla sürmektedir. Koronavirüs salgını tüm hızıyla sürer, vaka ve ölüm sayıları artarken, sorumlular halen verileri açıklarken şeffaf olmamakta, göstermelik tedbirlerle açıktan “sürü bağışıklığı” politikasını izlemektedirler. Salgına dair önerilerde bulunan TTB ve SES gibi sağlık örgütlerinin bırakalım önerilerinin dikkate alınmasını, kısa bir süre önce “milli güvenlik” sorunu olarak tanımlanıp kapatılması çağrılarının yapıldığı bir gerçeklikten bahsettiğimiz bilinmelidir.

Salgının doğrudan işçi sınıfını ve çalışanları etkilediği daha görünür olmuştur. Salgının sınıfsallığı bir kez daha kendini hissettirmektedir. “Çarklar dönsün” denilerek çalışmaya zorlanan işçilerden -İSİG Meclisi’nin verilerine göre, Kasım ayında en az 294 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş– ölenlerin % 54’ünün ölüm nedeni Covid-19 olarak kayda geçmiş durumdadır. Covid-19 işçi ölümlerinde ilk sırada yer alırken, çalışanlar hemen işe dönebilsin diye doğrudan Sağlık Bakanı’nın açıklamasından anlaşıldığı üzere patronların talebi üzerine karantina süreleri de kısaltılmıştır. Bu durum hakim sınıflar açısından işçi ve emekçilerin nasıl görüldüğünün özeti gibidir. Emekçiler, “çarkların dönmesi” için ölüme yollanmaktadır.

İşçi ve emekçilerin başka şansı ya da tercihi bulunmamaktadır. Ya çalışarak ya da “evde kalıp” işsizlikten, açlıktan ve yoksulluktan ölecektir. İşsizlik hakim sınıflar tarafından emekçilerin üzerinde sınıfsal bir tehdit olarak kullanılmaktadır.

Nitekim DİSK Araştırma Merkezi’ne (DİSK-AR) göre salgın koşullarında işsizlik artmaktadır. Geniş tanımlı işsiz sayısı 9.5 milyona yükselmiş durumdadır. Sadece İstanbul’da 20 bin, Ankara’da ise 15 bin işletme salgın sebebiyle geçici süreyle ya da tamamen faaliyetlerini durdurmuş durumdadır.

TC devleti ise halka yalan söylemeye, rakamlarla oynamaya devam etmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan Eylül 2020 işsizlik verilerine göre, Türkiye’de işsizlik oranının yüzde 12.7’ye gerilediği iddia edilebilmektedir.

İktidarın hemen her konuda halka yalan söylediği virüs salgını karşısında “hasta” ve “vaka” ayrımı yaparak gerçek durumu gizlediği durumda bu türden iddialar şaşırtıcı değildir. Nitekim TTB’nin tahmini açıklamasına göre Türkiye’de koronavirüs vaka sayısı 3 milyon civarındadır.

Salgının daha yıkıcı sonuçlar yaratmasının önüne geçmek için TTB’nin önerisine paralel biçimde 14-28 günlük “tam kapanma”, gelir güvencesi eşliğinde hayata geçirilmelidir. Acil ve zorunlu mal ve hizmet üreti­mi dışında bütün sektörler, en az 15 gün sü­reyle durdurulmalı, çalışanlara ücretli izin verilmelidir. Zorunlu sektörlerde sağlık ko­şulları eksiksiz yerine getirilmeli ve çalışma saatleri kısıtlanmalıdır.

Yaşanan durum devrimciler açısından mutlaka önemsenmelidir. Devrimciler hem kendi sağlıklarını hem de halkın sağlığını düşünmek zorundadırlar. Dolayısıyla faaliyetlerine virüs salgını koşularında önlemler de alarak ve dayanışmayı sürdürerek devam etmek zorunluluğuyla karşı karşıyadırlar. Dayanışma ağlarını örgütlemeye devam etmek, “kardeş aile kampanyası”nı sürdürmek ve güçlendirmek önceliğimiz olmalıdır.

Virüs salgını koşullarında gerekli önlemleri alarak yaşanan küçük ancak yaygın işçi direnişleriyle temas edip, direnişin bir parçası olmaya çalışmak önemsenmelidir. İşçi sınıfı ve ezilen halk içten içe öfke biriktirmektedir. Öfkenin, sınıfın kendisine değil de doğru hedefe yöneltilmesi bizim çalışmamıza bağlıdır. Sürece devrimci müdahalenin önemi açıktır.

Ülkemizde sınıf mücadelesi çok çeşitli çelişkilerle kıyasıya sürmektedir. Çelişkilerin keskinleştiği durumda elbette devrimci öncünün tarihsel rolünü oynaması, güçlerini buna göre konumlandırması gerekir. Bu noktada ilk hareket noktası devrimci öncünün kendi gündemi ile kitlelerin gündemini birleştirmesi olmalıdır.

Virüs salgınının giderek yayıldığı ve artık kontrolden çıktığı, halkın işsizlik ve yoksullukla boğuştuğu, kadınların katledildiği, taciz ve tecavüze uğradığı, LGBTİ’+ların baskılara maruz kaldığı, gençliğin giderek geleceksizleştiği bir ortamda “sol” görünen ama özünde sağcılığın sembolü olan keskin dogmatik sloganlarla sürece yanıt olduğunu sanmak ve buna ciddi ciddi inanmak bir “çocukluk hastalığı”ndan ziyade düpedüz ideolojik bir soruna karşılık gelir. Bu türden anlayışlar iflah olmazdır ve düzeltilmeleri zordur.

Benzer biçimde çelişkilerin keskinleştiği bir süreçte, kendi rolünü oynamak yerine, şu veya bu kliğin peşine takılmak, başkalarından medet ummakta doğru değildir. Kendi özgücüne güvenen ve kitlelerin örgütlendiğinde ve harekete geçtiklerinde neler başarabileceğinin bilincinde olan bir anlayış sürece yanıt olabilir. Bu temelde birleşebileceğimiz ve halihazırda kimi noktalarda ortaklaştığımız, dışımızdaki devrimci güçlerle birleşik mücadeleyi adım adım örmek andaki devrimci yönelimimize karşılık gelmektedir.

Böylesi yüklü gündemlerin ve görevlerimizin olduğu durumda, sınıf mücadelesinin gerisinde kalmamak için basitten karmaşığa, küçükten büyüğe, yakına ama ileriye adımlar atmamız gereklidir. Faşizm ezilen milyonlara topyekun saldırırken bizim adımlarımız da faşizmi geriletmeyi hedefleyen pratikleri yaşama geçirmeli.

Karşımıza çıkan gündemlerle bu temelde ilişkilenmeli, güncel devrimci görevlerimizi bu zeminde somutlamalıyız. Kitlelerin biriken öfkesini anlık ve bireysel dışavurumdan uzaklaştırabilmenin, kitlelerin kendiliğinden hareketini örgütlü, sistemli bir güce dönüştürmenin önkoşulu buradadır. Söz konusu devrimci görevleri doğru zeminde tanımlayabilen ve yaşama geçirmek için dizginsiz bir biçimde çabalayan devrimci özne olabilmektedir.

Karşımıza çıkan her gündemi, çalışmayı, birlikteliği vd. bu ciddiyetle ele almalı, incelemeli ve bir parçası olduğumuz her çalışmanın pratik karşılığının yaratılması için dizginsiz çaba ve ısrarı kuşanmalıyız.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu