DerlediklerimizGüncel

HAZAL YALIN | Rusya: İktidarla kitleler arasında rıza ilişkilerinde bir kırılma mı?

Rusya’da meydana gelen eylemleri Gezi ayaklanmasıyla karşılaştırmayı çok seviyor Batı medyası, ondan beslenen bizim liberal “muhalefet” de öyle.

Görüşlerini sosyal medyada yazmanın kendince avantajları ve dezavantajları var. Başlıca avantajı şu: Böylelikle görüşlerinizi, bir makale gibi düşünmek zorunda kalmadan, mümkün olduğunca kısa bir şekilde ortaya koyabiliyorsunuz. Bu, zaman açısından önemli; malum, herkes hayatını zamanını kullanarak kazanıyor.

İkinci bir avantajı ise şu: Sosyal medyada okurla doğrudan bir etkileşime giriyorsunuz; yazışmasanız bile yorumlarından ve tepkilerinden, neyin eksik kaldığını ve neyin üzerine daha çok ışık tutmak gerektiğini görüyorsunuz. Işık tutmak, sadece bundan sonraki yazılarınızda okuru aydınlatmak değil, daha önemlisi kendinizi aydınlatmak anlamına geliyor.

Böylece okurla birlikte düşünüyorsunuz ve yazdıklarınız bir ölçüde kolektif emek ürünü haline geliyor. Bu büyük bir olanak ve sosyal, siyasi olayların gözlemcilerini, öğrenmeyi biliyorlarsa eğer, güçlendiriyor.

Ne var ki büyük bir dezavantajı da var: Notlarınızı ilkin sosyal medya üzerinden tuttuysanız ve daha sonra yazmaya giriştiyseniz, ister istemez tekrara düşüyorsunuz. Bu da her şeyden önce utandırıcı; kendini tekrar etmek giderek okura saygısızlık olarak da yorumlanabilir çünkü.

Ancak gene de bu riski göze alacak ve dünkü olaylar üzerine düşüncelerimi, olayların ardından yaptığım zincire dayanarak yazacağım.

***

Rusya’da meydana gelen eylemleri Gezi ayaklanmasıyla karşılaştırmayı çok seviyor Batı medyası, ondan beslenen bizim liberal “muhalefet” de öyle. Hatta Rusya’da bile, bu eylemlere katılanların kendilerini Gezi’yle karşılaştırmalarına sıkça rastlanıyor.

Oysa bunun hiçbir nesnel temeli yok; bu sadece boş bir hayal; bir açıdan bakıldığında Gezi’nin olağanüstü prestijini kullanma kurnazlığı, diğer bir açıdan bakılınca kıskançlık ve imrenmeden ibaret.

Neden böyle? Şundan ötürü: Gezi, her şeyden önce bir halk ayaklanmasıydı; ayaklanmanın hemen ardından Emniyet’in çıkardığı profil de bunu gösteriyordu. Emniyet’in verdiği (ve hiç kuşkusuz bunun çok daha üzerinde olan) sayılara göre, Türkiye genelinde eylemlere 3 milyon 600 bin kişi katılmıştı ve tek bir il dışında, bütün illerde gösteriler yapılmıştı.

Eylemlere katılanların ezici çoğunluğunu da küçük burjuvazi ve işçi sınıfı oluşturuyordu; bununla birlikte orta burjuvazi (esas itibariyle KOBİ’ler vb.) neredeyse bütünüyle eylemlerin karşısında yer almışlardı.

Oysa Rusya’da liberal muhalefetin eylemlerindeki genel manzara, düne kadar, bunun tam tersiydi. Büyük şehirlerde eylemlere, yükselme imkânları ellerinden alınmış orta burjuvazi ve büyük şehirlerin, esas olarak da Moskova’nın prestijli, paralı veya masraflı üniversitelerinde okuyan, kalburüstü ailelerden gelme öğrenciler katılıyorlardı; taşraya gelince, ya hiç katılım görülmüyordu ya da ancak polisin ciddiye bile almadığı, iki elin parmaklarını zor aşan gösteriler yapılıyordu.

Bir başka deyişle, Rusya’da liberal muhalefetin sosyal zeminini teşkil eden orta burjuvazi, Türkiye’de iktidarın kayıtsız şartsız arkasında duruyor; oysa Türkiye’de sosyal muhalefetin sınıf zeminini teşkil eden küçük burjuvazi ve işçi sınıfı, Rusya’da iktidara kerhen de olsa destek veriyor.

Bu sessiz destek, iktidarın siyasi meşruiyetini kazandığı rıza mekanizmalarının enerji kaynağı.
Ancak dünkü gösteriler, bu genel eğilimde bir kopma ortaya çıkarmış yahut bir kopmanın tezahürü olabilir.

***

Bu yazıyı okuyacak olan ilgili okur, değindiğim bazı şeyleri peşinen biliyor olacak; bu nedenle hiç değilse onları tekrardan kaçınacağım. En önemlisi, “Putin’in Sarayı” hikâyesi. Bununla ilgili Cenk Başlamış’ın, başka bir şey yazmaya gerek olmayacak kadar aydınlatıcı bir yazısı yayınlandı. Okumayan var ise, okumasında yarar var. Başlamış’ın çıkarımları da benimkilerle genel olarak örtüşüyor; en önemli fark, benim tecrübeli, keskin gözlü ve keskin sezgileri olan bir gazeteci olarak değil de (çünkü öyle değilim), sınıfsal bir bakışla bakmaya çalışıyor olmam.

Rusya’da bundan bir önceki en kitlesel protestolar 26 Mart 2017’de yapılmıştı. O sırada da gene Navalnıy başı çekiyordu ve gene yolsuzluklar protesto ediliyordu. Bu gösterilere toplam katılım, dünkü gösterilerden daha çok olabilir (benim gördüğüm kadarıyla dünkü gösterilerle ilgili kesin, en azından tatmin edici sayılar yayınlanmadı); ancak coğrafi dağılımı çok daha sınırlıydı. Çeşitli iddialara göre, ancak 10 civarında şehirde, birkaç yüz kişiyle birkaç bin kişi arasında insan sokağa dökülmüştü.

En çok katılım, tahmin edileceği gibi Moskova’daydı; Moskova’da resmi rakamlara göre 7-8 bin, Navalnıy taraftarlarına göre de 25-30 bin kişi kadar toplanmıştı. Petersburg için de 3-10 bin arası rakamlar veriliyordu. Bu iki büyük şehirde gerçek sayının, iki uç iddianın arasında bir yerde olduğunu kabul etmek gerek; ancak diğer şehirlerdeki gösterilerle ilgili resmi sayıların doğru olması daha olası.

Buna göre, bu şehirlerin her birinde en çok 200 ile 1000 arasında insan yürüyüşlere katıldı. Bu gösterilerde toplam (büyük çoğunluğu Moskova’da olmak üzere) 2 bine yakın insan gözaltına alındı. Ülke çapında toplam katılımla ilgili de eylemin çağrıcısı durumundaki liberal çevreler tarafından bile 36 binden 150 bine kadar farklı rakamlar ileri sürüldü.

Bu defa ise, katılım rakamları verilmemiş olsa da, gözaltı sayılarına bakıldığında ülkenin irili ufaklı birçok şehrinde, en doğudaki Vladivostok’tan kuzeyde Novosibirsk’e, güneyde Novorossiysk’e kadar hemen her yerde gösteriler yapıldığı anlaşılıyor.

Açıkça görülüyor ki, “Putin’in Sarayı” meselesi, Rusya’da bugünkü eylemlere katılabilecek insan sayısını en az ona, belki yirmiye katladı.

Bu durum, Kremlin’in refleksindeki gibi “Batının provokasyonu” diye geçiştirilemez.

Bu, bir provokasyon olmadığı anlamına gelmiyor; Navalnıy’ın zehirlenme hikâyesinden AB ve ABD tarafından kahraman ilan edilmesine, dönme kararından saray haberlerinin zamanlamasına kadar pek çok şey, aslında gayet açık bir şekilde, Navalnıy’a oynamakta ısrar eden (son derece yetenekli bir muhalefet önderi olduğu için değil, tam tersine, inatçı olmakla birlikte kaba, hoyrat, ırkçı, hatta cahil ve manipülasyona açık biri olduğundan; çünkü başka oynayabilecek kimse yok) bir Batı yanlısı rejim değişikliği arzulandığını gösteriyor.

Ama “provokasyon” lafları hiçbir şey açıklamıyor; zira dünkü olaylar, Rusya’da liberal muhalefetin örgütlediği en büyük eylemler sayılabilecek olan 2017 gösterileriyle karşılaştırıldığında, üstelik de kışa ve büyük salgına rağmen, kitlelerin öfkesini tetikleyen ve hiç beklenmedik ölçekte büyük katılıma neden olan gelişmelere işaret ediyor.

En önemlisi, daha önceki eylemlerde halk kitleleri değil ama hali vakti yerinde, “Batıya açık” orta burjuvazi ağır basarken, bu defa emekçi kitlelerle karşı karşıyayız. Dahası, eylemlerin ağırlık merkezinin de bir ölçüde taşraya kaydığı görülüyor; yani iktidarın sessiz rıza kaynağına. Bu, tamamen yeni ve son derece önemli bir gelişme.

Üstelik büyük şehirler dışında öyle güçlü bir meşruluk bilinci ortaya çıkmış durumda ki, yetkililerin “çocukları öne sürüyorlar” yakınmasında gizlice görüldüğü gibi, yürüyüşlere ailelerin de katıldıkları anlaşılıyor.

Bunun nedeni salgında ve salgınla birlikte artan krizde aranabilir; ancak bana göre bu ikisi değil ama, onların neden olduğu, sosyal eşitsizliğin derinlemesine ve hem öfkeli hem de özgüvenli bir bilincine varıştan söz etmek daha doğru.

Sarayın Putin’e ait olduğu iddiası, şahsi mülkiyet veya başkanlık mülkiyeti olmadığını açıklayan Peskov tarafından inkâr edildi. Bu inkâr büyük olasılıkla doğru; yani sarayın hukuki anlamda ne Putin’le kişisel ne de başkanlık idaresiyle kurumsal bir ilişkisi var.

Ancak arazinin başkanlık idaresi tarafından rezidans olarak alınıp daha sonra yakın bir oligarka peşkeş çekilmiş olduğu da neredeyse kesin görünüyor.

Bununla birlikte sarayın “sahibinin” adını anmaktan özenle kaçınıyorlar. Sarayın bulunduğu Gelincik’in bağlı olduğu Krasnodar Krayı valisi Aleksandr Tkaçyov, perşembe günü, “değerli mülkün sahibinin petrol ve doğalgaz alanında faaliyet gösteren başkentli büyük bir şirket olduğunu” ve gayrimenkulün “Rusya başkanıyla hiçbir ilişkisi bulunmadığını” ileri sürdü.

Bu “büyük şirketin” devlet tekeli olmadığı açık (yoksa devlet rezidansı olarak sınıflamak gerekirdi); bu durumda ister istemez akla esrarengiz Lukoyl geliyor.

Ama zaten, Rusya halkı açısından mesele sadece sarayın Putin’e ait olup olmadığı değil, böyle bir sarayın varlığı ve sahibinin de, böyle bir saray yaptırabildiğine göre, iktidara yakın olduğu düşüncesi.

Ve bu, kuşkusuz bütünüyle haklı bir vargı. Yani aslında öfkeyi perçinleyen, katmerleyen şey sınıf eşitsizliğinin ölçüsüz boyutu ve bunun Putin iktidarında meydana gelmiş olması. Tamamen doğru, içgüdüsel bir “kendinde sınıf” tepkisi bu. Trajik olan, büyük burjuvazinin provoke ediyor olması.

Bu, bir yorumcumun dikkat çektiği gibi “çelişkili” görülebilir; oysa değil. Değil, zira Putin dönemini karakterize eden şey, tahkim edilmiş, kendine has bir devlet kapitalizmi. (Buna daha önce de Rusya ile ilgili çeşitli yazılarımda değinmiştim; ancak daha etraflıca yayınlanmayı bekleyen bir de kitap var.)

Leninist literatüre aşina olan okur için eklemeli: Bu devlet kapitalizmi, NEP döneminin kontrollü devlet kapitalizmi değil, ama o dönemin siyasi ve ideolojik hazırlığını yaparken Lenin’in dikkat çektiği türden, büyük sermayeyle ortaklaşmış, savaş öncesi Almanya’yı hatırlatan, bununla birlikte stratejik alanlarda (enerji ve silah) devletin mutlak hakimiyetini koruyan bir devlet kapitalizmi.

Bir tersine dönmüşlük var, ama bu tersine dönmüşlüğü değerlendirmek için 1999 çöküşüne kadarki uçsuz bucaksız soygun ve talan rejimini dikkate almak gerekir. Dolayısıyla, tepkiyi büyük burjuvazinin en azından bir bölüğünün provoke etmesi de gayet anlaşılır; zira burjuvazinin çıkarları, ondan nasipleniyor olsalar bile devlet kapitalizminden ziyade “Batıya açılmakta”, yani kalanın da peşkeş edilmesinde yatıyor.

Bu devlet kapitalizmi, Yeltsin dönemi talanı hafızalarda henüz canlıyken, emekçi kitlelerin içgüdüsel olarak ehven-i şer bulduğu bir şeydi ve büyük sermayeyle iç içe geçmişliği gölgede kalıyordu.

Ancak saray meselesi, bana öyle geliyor ki, bir psikolojik kırılmaya işaret ediyor.

Açıkça görülüyor ki, Kremlin, öfkeyi, prestij kaybını “bizimle ilgili yok” diyerek azaltamaz. Yapabilecekleri tek makul şey sarayın hukuken kime ait olduğunu açıklamak ve kamulaştırmak.

Bunun da yasal şartları var; sahiller herkese aittir diyerek yapabilirler. Yoksa bu olay Kremlin’in siyasi tarihinde ağır ve kalıcı leke olarak kalacak, iktidarın rıza kaynaklarını kemirmeye koyulacaktır.

Peki bunu yapabilirler mi? Çok şüpheli. Çünkü, eğer sarayın arkasında ısrarla zikredilmeyen böyle bir güç varsa, bu, zaten peşinen onu koruma kararlılığına işaret ediyor.

***

Dün benim olayla ilgili Twitter zincirime dair bir gazetecinin yorumu şöyleydi:

“Geçen ArtıTV’de haberini yaptım. Erdoğan’ın kullandığı tam 12 saray var. Özellikle Okluk Koyu’ndaki, Putin’in Sarayı’nı hem lüks anlamda hem maliyet anlamında üstüne üstlük hukukun çiğnenmesi anlamında ayağıyla böcek gibi ezer. Dubai usulü üç hilalli plaj yapılıyor, daha ne olsun!”

Bu, önemli bir nokta; ancak önemi, ilk bakışta akla geleceği gibi “iki muktedirin” karşılaştırmasında yatmıyor. Bu karşılaştırma her ne kadar çok sık yapılsa da, Rusya liderliği açısından “tek adamlık, otoritaryanizm,” vb. kavramlarının (bu kavramların şekilsizlikleri bir yana) gerçekle hiçbir surette örtüşmediği kanısındayım. Bu yorumun gerçek önemi şurada yatıyor: Rusya toplumu, emekçi kitleler, naiflik derecesinde açık ve aslında Türkiye ile karşılaştırılamayacak bir meşruiyet bilincine de sahipler.

Onları, aslında hiç adetleri olmadığı halde ve üstelik de 1930’lardan bu yana sürekli takviye edilen devlet fetişizmine rağmen sokağa döken şey, bu. Bu meşruiyet bilinci elbette örnek alınması gereken bir şey.

Bununla birlikte, eylemlerin bastırılmasındaki ne Türkiye ne de (sözgelimi Fransa, ABD, hatta Almanya ile karşılaştırılamayacak) bir tür hoşgörürlük, eylemlerin cezai değil idari bir suç olarak nitelenmesi, iktidarla kitleler arasındaki dengenin hâlâ dikkatle gözetildiğini ortaya koyuyor.

Kuşkusuz bu, Rusya’nın burjuva demokratik bir ülke olduğu değil; daha ziyade, günümüzde gerçekte burjuva demokratik hiçbir ülke olmadığı anlamına geliyor. Rusya’nın bunlar arasındaki özgünlüğü, liberal demokrasi ikiyüzlülüğü yerine Sovyet mirası ve kanunilik esasına dayanan ve rıza ilişkilerini her şeyin önüne koyan bir idari sistemi dayatıyor olması.

Bu sistemde devlet başkanının kaç yıl görevde kaldığının bir önemi yok (bir kez daha Sovyet idari gelenekleriyle karşı karşıya bulunuyoruz); kaldı ki, liberal ikiyüzlülükte bile bu sürenin uzatılması eğilimlerini her yerde görüyoruz. Sistemin en işler örneği sayılabilecek Almanya’da Merkel’in görev süresi 16 yılı buldu.

Sistemin en ideal örneği sayılabilecek ABD’de ise müesses nizam ve onun isimsiz kahramanları, seçilmiş (gerici, hatta faşizan, ama seçilmiş) iktidara darbe yapmayı demokrasi olarak yutturmayı başarıyor.

(GAZETE Duvar. 24 Ocak 2021)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu