DünyaMakaleler

MAKALE | Irkçı-faşist AfD’nin yükselişindeki toplumsal zemin!

AfD'nin eski Doğu Almanya olarak bilinen eyaletlerde önemli oranda oy alması ve ikinci parti konumuna gelmesi özel olarak incelemeye değer bir konudur.

1 Eylül 2019 tarihinde Almanya’nın Saksonya Eyaleti Meclis seçimlerinde aldığı % 27.5 oyla AfD, şimdiye kadar girdiği tüm seçimlerin en yüksek sonucunu aldı. Saksonya Eyaleti’nde 18-24 yaş grubunun % 22’si, 35-44 yaş grubunun % 29’u ve 45-59 yaş grubunun  % 33’ü oyunu AfD’ye verdi. Eyalet Meclis seçimlerinde kadınların % 22’sinin desteğini alan AfD’nin oy oranını bu kadar yükseltmesinde eyaletteki işsizlik ve yoksulluk etkili oldu.

16 Şubat 2013 tarihinde kurulan AfD, aynı yıl düzenlenen genel ve Hessen Eyalet Meclisi seçimlerin de, % 5 seçim barajını geçemese de, daha sonraki tüm seçimlerde oylarını sürekli artırarak hem yerel parlamentolara hem de Federal Parlamentoya girmeyi başardı. 2014 yılında Thüringen Eyalet Meclisi seçimlerinde % 10.6, 2015’te Hamburg Eyalet Meclisi seçimlerinde % 6.1, Bremen Eyalet Meclis seçimlerinde % 5.5 alarak yerel parlamentolara giren AfD, onu takip eden yıllarda ise sırayla: 2016’da Berlin’de % 14, Mecklenburg-Vorpommern’de % 20.8, Saksonya-Anhalt eyaletinde % 24.3, Reheinland Pflaz’ta % 12.6 ve Baden-Wğettembarg’de % 15.1 oy aldı ve bu eyaletler meclislerine girmeyi başardı.

Eylül 2017 tarihinde Almanya’da yapılan genel seçimlere ikinci defa katılan AfD, seçimden üçüncü büyük parti olarak çıktı. 2017 genel seçimlerinde oyların % 12.6’sını alarak Almanya Federal Parlamentosu’na 94 milletvekili gönderdi. AfD, SDP’nin CDU’yla koalisyon hükümeti kurması üzerine ana muhalefet partisi konumuna geldi. Almanya’daki 16 eyaletin 13’ündeki yerel parlamentolarda da temsilcisi bulunuyor. Bu ırkçı parti, 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oyların % 7.1’ni alarak 7 milletvekili gönderirken, Mayıs 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ise oylarını 3.9 artırıp, % 11 oy alarak, Avrupa Parlamentosuna 11 milletvekili gönderdi.

AfD’nin eski Doğu Almanya olarak bilinen eyaletlerde önemli oranda oy alması ve ikinci parti konumuna gelmesi ayrıca incelemeye değer bir konu.

AfD’nin kuruluş felsefesi ırkçılığa dayanmaktadır. Bu faşist parti, göçmenleri hedef alan bir strateji üzerine kurulmuştur. 2017 genel seçimlerinde de bu strateji üzerine kurduğu seçim propagandasıyla başarılı oldu. Merkel’in Ortadoğu ülkelerinden gelen göçmenlere karşı ”ılımlı politikasını” iyi kullanan AfD, oyunu yüzde dörtlerden, yüzde on ikilere çıkardı.

AfD, sadece göçmenlere karşı bir politika üzerinden gelişmiyor. Aynı zamanda ulusalcı (ırkçı) bir söylemle kitlelere “her şey Almanya için” üzerinden de mesajlar vererek kitleleri etkiliyor. Avrupa sınırlarının kapatılmasını, Almanya sınırlarının daha da sıkı bir kontrole tabi tutulmasını istiyor. Almanya’ya gelen göçmenlerin, Almanya dışında kamplarda tutulmasını ve iltica talebi ret edilen göçmenlerin derhal sınır dışı edilmesini savunuyor. İltica talebi kabul edilen göçmenlerin ise Alman dili ve kültürünü öğrenmelerini ve tamamen Almanya’ya entegre olmaları gerektiğini savunuyor. Ve en büyük propaganda araçlarından biri de İslam karşı söylemleri. İslam’ın Almanya’nın bir gerçeği olduğunu kabul etmiyor.

AfD’nin parti programına aldığı bir diğer görüşü de “Avrupa Birleşik Devletleri” fikrini kabul etmemesi. Örneğin 2013 yılında Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik krizden çıkması için Avrupa Birliği’nin ekonomik yardım yapmasını büyük bir ırkçı propagandaya dönüştürdü. “Yunanistan’ı biz mi besleyeceğiz?” propagandası üzerinden geliştirdiği karşı çıkış toplumda bir karşılık bulmuş ve gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

AfD, geleneksel Alman aile yapısını savunuyor ve örneğin kürtaja karşı çıkıyor. Almanya’da ırkçılığa karşı olan tepkiyi gölgelemek için kullandığı sloganlardan biri de ”ne sağdayız, ne de soldayız” üzerine geliştirdiği sahte propagandadır.

6 Şubat 2013 tarihinde kurulan AfD (Almanya İçin Alternatif Partisi)’nin kurucuları arasında, iş insanları, muhafazakar politikacılar, eski polis şefleri ve ekonomistler bulunuyor. “Franfurter Allgemeine” gazetesinin eski editörlerinden Kondrad Adam, Hamburg Üniversitesi iktisat profesörlerinden Bernd Luce, Alman Sanayi ve Ticaret Odaları (BD) eski Başkanı Olaf Henkel AfD’nin kurucuları arasında bulunuyor. Keza, 2018 tarihinde görevden alınan İstihbarat Başkanı Hans Georg Maasssen’nin de AfD’ye yakın bir isim olduğu ve dönemin AfD Başkanı Frauke Petry’i çağırıp, “izlendiklerini” iletiği, buna göre “davranın” dediği bilinmektedir. Her ne kadar bu isimler daha sonra AfD’den ayrıldıysalar da, ırkçı düşüncelerinden vazgeçmiş değiller. Ayrılanlar, AfD’nin “ırkçılığı bu kadar açıktan” yapma yerine, derinden giderek ve şimşekleri fazla üzerine çekmenin kendilerine kaybettireceklerini öne süren isimler olarak da biliniyorlar.

AfD ve PEGİDA Hareketi Aynı Zemin Üzerinden Yükselmektedir

AfD kurulduktan sonra kendi kuruluşunu ve savunduklarını PEGİDA Hareketi üzerinden kamuoyuna taşıdı. PEGİDA, Dresden’de halkla ilişkiler ajansı sahibi Lutz Bachmann tarafından 2014’te kuruldu. İlk olarak 24 Kasım 2014 tarihinde Almanya’nın Dresten şehrinde bir gösteriyle kendisini duyurdu. Kendilerine “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” diyen bu ırkçı hareketin çıkışı, yine göçmenler ve İslam karşıtlığı üzerinden gündeme geldi. Irkçı PEGİDA hareketi giderek kitleselleşti. 24 Kasım 2014’te sayıları 5 bin 500’e, 22 Aralık 2014’te 17 bin 500’e ulaştı. Son olarak, 5 Ocak 2015’te ise Dresden’de 18 bin kişiyle boy gösterdi.

AfD ile PEGİDA Hareketi’nin görüşleri birebir aynıdır. Bu konuda PEGİDA Hareketi üzerine araştırma yapan Sabiha Nur Meç; “Göçün Güvenlikleştirilmesi: Almanya’da Aşırı Sağ Parti AfD’nin Yükselişi ve Suriyeli Mülteci Krizi” başlıklı araştırmasında şunların altını çizmektedir: “PEGİDA Hareketi esas olarak Almanların etnik varlığına tehdit olarak gördükleri yabancıların ve özellikle Müslüman göçmenlerin Alman toplumuna sızmasına bir karşı duruş olarak örgütlenmiştir.” (Kemper, 2015) demektedir. Bu bağlamda PEGİDA, siyasal olarak sınır kontrollerinin artırılması, polise daha fazla ekipman ve yetki verilmesi, Müslümanların dini pratiklerine dair kısıtlamalar getirilmesi gibi taleplerde bulunmaktadır.

AfD’nin göçmen politikaları ve göçmenlere karşı söylemleri de PEGİDA’nın misyonuyla paralellik arz etmektedir. PEGİDA’nın sözcüsü Kubitschek’in AfD’ye katılma girişimi neoliberal parti örgütlenmesi zamanında engellenmiştir ancak yeni sağın oluşturduğu yeni parti örgütlenmesinde Kubitschek, AfD içindeki 2.000 kişilik üye kadrosuyla ortaya çıkmıştır ve bu işbirliği sayesinde AfD, 2015 yerel parlamento seçimlerinde tarihinin en büyük seçim başarısını elde etmiştir. Bunun yanısıra Suriyeli mülteci kriziyle birlikte göçmen ve İslam karşıtı PEGİDA’nın ayaklanma ve göçmenlere yönelik saldırıları hız kazanmıştır. AfD parti üyesi Björn Höcke, Pegida’nın sözcüsü Kubitshcek ile yaptığı ittifak sonucunda Erfurt’taki ayaklanmaların lokomotifi olmuş, söylem ve propagandalarıyla halk arasındaki yabancı karşıtlığının yükselmesini sağlayarak, bunun sonucunda partiye 5.000 civarında yeni partizan kazandırmıştır (Kemper, 2015).

Toplumsal platformda gerçekleşen ayaklanmaların kızışmasına katkıda bulunulurken bir yandan da siyasal platformda Merkel’in mülteci politikalarına karşı sert eleştiriler yapılmaya başlanmıştır. Bu noktada hem parti lideri Petry’nin hem de söylemlerinde Nazi terminolojisini kullandığı sık sık görülen Höcke’nin açıklamaları önemlidir. Parti kadrosundan gelen açıklamalar, parti programında göçe yönelik yapılan düzenlemeler, teorik çerçevede ele alınan “göçün güvenlikleştirilmesi” kuramının nasıl pratiğe döküldüğünü gözler önüne sermektedir.

AfD’nin Parti Programında Irkçılık 

AfD’nin parti programında “göç, entegrasyon ve sığınma” başlıklı kısımda ele alınan maddelerin başında Almanya’nın klasik bir göçmen ülkesi olmadığı açıklaması gelmektedir (Manifesto for Germany, 2016). Bu açıklamanın altında yatan aslında Almanya’nın etnik homojenliğe sahip bir ulus devlet olarak ABD ya da Kanada gibi devletlerle bir tutulamayacağı dolayısıyla devletin meşruiyetini göçmenlerden oluşan bir toplumdan değil, doğrudan doğruya “devletin sahibi” olan “homojen” vatandaşlar topluluğundan aldığıdır.

Bu maddenin arkasından gelen göçmenlere yönelik Avrupa’nın sınırlarının kapatılması, Almanya sınırlarında güvenlik kontrollerinin artırılması, illegal göçün kesin bir şekilde durdurulması maddeleri ise göçmenlerin bir “öteki” haline getirilerek, toplumsal bütünlüğe ve iç güvenliğe tehdit oluşturacak risk unsuru olarak tanımlanmasına işaret etmektedir.

Öte yandan manifestoda (kültür, dil ve kimlik bölümünde) yer alan “AfD’nin birincil siyasal amaçlarından birisi, gelecek kuşaklara aktarmak üzere büyük Alman kültürel mirasını korumak ve bu küreselleşme ve dijitalleşme çağında onun benzersiz karakterini sürdürmek ve geliştirmektir” ifadesi, göçün kültürel alana tehdit olarak kodlanmasının açık bir örneğini oluşturmaktadır. (Manifesto for Germany, 2017, s. 46)

Burada Alman kültürü, dışa kapalı, monolitik, biricik bir varlık olarak korunması ve kollanması gereken bir değerler kümesi olarak tanımlanmış, ona yönelik dışarıdan gelebilecek her türlü etkileşim de varoluşsal tehdit yaratan, Alman kültürünün “homojenliğini” bozan, onu asimile eden bir tehlike unsuru olarak tanımlanmıştır. Burada ikinci önemli nokta “büyük Alman kültürel mirası” kavramıyla Alman kültürünün diğer kültürlerden daha üst ve değerli bir konuma yerleştirilerek bu kültürün hiçbir değişime dönüşüme uğramadan, “bozulmadan” nesilden nesile aktarıldığı algısının yaratılmasıdır. Dolayısıyla burada güvenlik teması olarak tanımlanan kültür alanı, güvenlikleştirici aktör olan AfD tarafından, söylem aracısı olan manifesto yoluyla güvenlikleştirilmiştir.

Alman Burjuvazisinin Yedek Lastiği

Burjuvazi sermayenin bütününden oluşur. Burjuvazinin çeşitli renklerde birçok kola ayrılması onun iktidarda kalma stratejileriyle açıklanabilir. Burjuvazinin göreceli olarak “demokrasi” uygulaması o anki çıkarlarıyla doğrudan orantılıdır. Özellikle kapitalist emperyalist ülkelerde bu kendisini çok daha hissettirir.

Burjuvazi kriz dönemlerinde, ayaklanma ve kitle hareketleri karşısında zora başvurmaktan geri kalmaz. Kendisini rahatsız etmediği ve iktidarını kaybetme tehlikesinin olmadığı dönemlerde biraz “demokrasi” uygulaması eşyanın tabiatına ters değildir.

Burjuvazi, her zaman iktidarlarını yönetecek, çıkarlarını savunacak bir gücü yedekte tutar. Başvurduğu bir yönetim biçimi de faşizmdir. Faşizm, burjuvazinin en gerici, en bağnaz ve en şoven kesiminin yönetim biçimidir. 1933 yılında Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi böyle olmuştur. 1929 dünya ekonomik krizi, emperyalizmi savaşa sürüklemiş ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı kaçınılmaz olduğunda, Hitler, Alman tekelci burjuvazisi tarafından iş başına getirilmiş ve savaşa sokulmuştur.

AfD’de Almanya’da tekelci burjuvazinin en bağnaz ve şoven kesiminin gelecekteki temsilcisi olarak hazırlanmaktadır.

Almanya’daki diğer burjuva partiler, Saksonya seçimlerinde % 27 oy alan AfD’ye oy veren seçmenin diğer partilere bir tepki olarak oy verdiğini ileri sürmektedirler. CDU, SPD gibi partiler, yükselen faşist bir partinin geliştirdiği ırkçı politikayı yumuşatarak, AfD’nin tehlikeli olmadığını göstermeye çalışıyorlar. Tam tersine; AfD’yi seçenler gayet net olarak kime ve ne için oy verdiklerini iyi biliyorlar. Yumuşatılmaya çalışıldığı gibi sorun tepkinin aşırı uca vararak dışa vurumu da değildir. Sorunu açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymak şarttır. Bu aynı zamanda yükselen faşizm karşısında kitlelerin bilinçlendirilmesi, örgütlenmesidir.

Irkçılığın Doğu Almanya’da Yükselmesinin Nedenleri

Yazımızın başında eski Doğu Almanya da diğer ismiyle eski Almanya Demokratik Cumhuriyeti (DDR) Eyaletlerinde ırkçılığın bu kadar gelişmesi, faşist bir partinin hem Federal Meclise hem de yerel Meclislere taşınmasında, konun incelemeye değer olduğunu vurgulamıştık.

Soru şudur: Doğu Almanya’daki ırkçılığın kaynağında ne var?

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Hitler Almanya’sının savaşı kaybetmesiyle Doğu Almanya Batı Almanya’dan koparak Demokratik bir Cumhuriyete kavuştu. Sosyalizmden geriye dönüşle birlikte, Demokratik Almanya’da aynı kervana katıldı ve 1989 yılında Batı Almanya’yla birleşme kararı aldı. Gerçek anlamda ise Batı Almanya, Doğu Almanya’yı ilhak etti. Birleşme beraberinde sosyo ekonomik ve sosyo politik bir yıkımı da birlikte getirdi.

Birleşme sonrası Doğu Almanya’nın resmi hiçbir şeyi kabul edilmedi. Eğitim alanında örneğin diplomalar geçersiz kılındı. Meslek edinenlerin meslekleri yeterli görünmedi. Sağlık, eğitim vb. tüm uygulamalar Batı Almanya standartlarına uyduruldu. Doğu Almanya’nın kalkındırılması için herkesten 10 Mark kesilmeye başlandı. Doğu Almanya’daki kültürel yaşam ve ruhi şekillenme Batı Almanya’dan farklı olmasından kaynaklı, Doğu Almanlara karşı küçümseyici bir tepki doğmaya başladı.

Doğu Almanya’dan 1956’lardan sonra demokratik ve sosyalist bir ülke olarak söz edilemez. Sosyal faşizmle yönetilen bir ülkede şovenizmin gelişmesi ve bugün AfD’de kendisini bulmasının kökenleri o tarihlere kadar girmektedir. AfD’ye oy verenlerin büyük bir bölümü ırkçı düşüncelerinden dolayı AfD’ye oy vermektedir. AfD’nin seçim sloganlarının tümü ırkçıdır. Bu sloganlar gayet bilinçli seçilmiş ve hedef kitleye seslenmektedir.

Irkçılık Avrupa’da Yükseliyor!

Irkçı-faşist partiler sadece Almanya’da yükselmiyor. Faşizmin ayak sesleri tüm Avrupa’yı sarmış durumda. Gelişen bu tehlikeyi şöyle özetlemek mümkündür:

Avrupa’da illegal ırkçı hareketin yanında yasal ırkçı partiler de giderek güçleniyor. Göçmenler ve İslam karşıtı politikalarıyla kitleleri etkileyen ırkçı partiler ya doğrudan tek başına hükümet olmakta ya da kurulan hükümetlerin ortağı olmaktadırlar.

2010 yılından bu yana faşist Viktor Orban ve partisi Fidesz’in hükümette olduğu Macaristan’da birçok temel hak yok edildi. Avusturya’da adı bir video skandalına karışan Heinz-Christian Strache’nin başında bulunduğu ırkçı Özgürlük Partisi % 13 oy alarak başbakan yardımcısı oldu. Fransa’da ırkçı Milliyetçi Cephe 2017 yılında yapılan başkanlık seçiminin ilk turunda oyların % 21.3’ünü aldı. 2018 yılında İsveç’te yapılan genel seçimde ırkçı İsveç Demokratları oyların % 17.5’ini aldı. Hollanda’da 2017 genel seçimlerinde PVV ikinci parti oldu. Keza, Hollanda’da aşırı sağcı, faşist görüşleri savunan Thierry Baudet’ın başını çektiği Demokrasi Forumu (FvD) Partisi yükseliş içinde. Almanya’da ırkçı parti AfD, 2017 yılında yapılan genel seçimlerde oyların % 12.6’sını alarak meclise 96 milletvekili gönderdi. İtalya’da 2018 seçimlerinde aşırı sağ ve popülist sağ blok yüzde 50’yi aşarken, bu bloktaki en yüksek oyu yüzde % 18 ile aşırı sağ LİG partisi almıştır. İspanya’da 28 Nisan 2019 tarihinde yapılan genel seçimlerde ilk kez açıktan Franko’nun görüşlerini savunan Vox Partisi % 10.3 ile meclise girmeyi başardı. Estonya’da 3 Mart 2019 tarihinde yapılan genel seçimlerde ırkçı Halk Partisi (EKRE) % 17.8 oy alarak üçüncü parti oldu. Yunanistan’da ırkçı Altın Şafak Partisi son seçimlerde meclise giremese de ırkçı partiler güçlerini koruyor. Mayıs 2019 tarihinde Belçika’da yapılan genel seçimde Flaman bölgesinde seçimleri ırkçı parti Flaman Menfaati Partisi kazandı. Mayıs 2019 tarihinde yapılan Avrupa parlamentosu seçimlerinde ise ırkçı ve sağ partiler seçimi önde tamamladılar.

Avrupa’daki göçmen sorunu ırkçı partilerin üzerinde yükseldiği tek zemin olmaya devam ediyor. “Temel argümanlardan bir tanesi de göçün yerel halk üzerinde tehlikeli ve istikrarsızlaştırıcı bir etkisi olduğu” savının ırkçı partilerce bir propaganda aracı olarak kullanılmasıdır. ”Bu bağlamda, aşırı sağ partiler için göç karşıtlığı kimi zaman oy oranlarını yükselten, kimi zaman hükümet ortağı olmalarına fırsat veren bir enstrüman olmaktadır. Bu partiler için ülkelerindeki yabancılar, göçmenler ve Müslümanlar hem ulusal kimliklerini hem de Avrupa kimliklerini zayıflatan bir unsurdur.” Artan işsizlik, konut sorunu ve yoksulluğun sorumlusu olarak gösterilen göçmenleri hedefine koyan ırkçı partiler, tekellerin gelecekteki temsilcileri olarak yedekte bekletilmektedir.

Almanya’da Neo-Nazi hareketi giderek güçleniyor. Sadece güçlenmekle kalmıyor önemli bir tehlike olarak da göçmenleri, yerli politikacıları, gazetecileri ve tek tek şahsiyetleri de tehdit etmeye ve hedef göstermeye devam ediyor. Almanya’nın Kasel Bölge Valisi Walter Lübke’nin öldürülmesi ve Ağustos ayında yayınladıkları bir ölüm listesiyle bu tehlike bir kez daha su yüzüne çıkmış bulunuyor.

Almanya İçişleri Bakanlığı, söz konusu listelerin yol açacağı olası tehlikeleri incelediklerini belirtiyor. Yapılan bir basın açıklamasında, “Şimdiye kadar henüz listedeki kişilerin somut bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarına dair bir dayanak bulunmadı” ifadeleri kullanılıyor. Federal Emniyet Teşkilatı ise listede yer alan “kişi ve kurumlara yönelik bir tehdit bulunmuyor” açıklamasıyla aşırı sağa göz yummaktadır. Daha yakın zamanda sonuçlanan NSU davasında bir Alman polisinin de içinde yer aldığı 10 kişinin öldürülmesinde gizli servisin parmağı ortaya çıkmış ve üstü örtülmüştü. Bunun bir benzerini şimdi Almanya İçişleri Bakanı yapıyor.

Almanya’da 2019 yılının ilk yarısında 8 bin 605 ırkçı saldırı kayda geçti. Bu suçlarda 363 saldırı yapıldığı ve 179 kişinin yaralandığı tespit edilmiş bulunuyor. 2019 yılının ilk yarısında 2 bin 625 ırkçı hakkında soruşturma açıldığı ve sadece 23 kişinin tutuklandığı anlaşılmaktadır.

Irkçılığa karşı mücadele faşizme karşı mücadele demektir. Hiçbir ırkçı hareket küçümsenmemelidir. Almanya’da irili ufaklı ırkçı ve faşist hareketler yüzlerce eylem yaptılar. NSU’da kitlesel bir faşist örgüt olmamasına rağmen biri polis, dokuzu göçmen olmak üzere 10 kişiyi katletti. Faşizme karşı savaş aynı zaman da onun ideolojik kaynağı olan emperyalizme karşı savaş demektir. Avrupa’da ırkçı-faşist hareketler gelişip güçleniyor. Avrupalı devrimcilerin ve göçmen örgütlerinin gelişen bu ırkçı-faşist harekete karşı ortak anti-faşist örgütlenmeler kurmaları ve birlikte mücadeleyi yükseltmeleri bir görevdir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu